Yazılamayan Hikayenin Hikayesi

 Yazılamayan Hikayenin Hikayesi

Bu, yazılamayan bir hikayenin hikayesidir…

“Bir hikaye yazar mısın?” diyor, telefondaki ses. “Elbette” diye yanıtlıyorum. “Sen konuyu söyle.” Sanıyorum ki bana bir kelime söyleseniz onunla masallar anlatabilirim size… Bana bir kelime söyleseniz, ne hikayeler filizlenir içimde… “Edep” diyor, “konu edep olsun”… Tüm biliyorum sandıklarımı unuttuğumu anlamam tam da o tarihe denk gelir işte. Tarih: Hikayenin konusu “edep’ olsun” denilen vakit… Duruyorum o andan sonra. Her şeyin akıp gittiği şu alemde insanın durduğunu sanması ne garip! Ve “an”larım ağır çekimde hareket etmeye başlamışken, “Hikayenin konusu ‘edep’ olsun” tarihinden sonra, zamanın hızla akıp geçmesi ne kadar da ironik.

O malum telefon konuşması ve asla yazamayacağımı anladığım bir hikayenin sancısıyla zaman tüketmek için atıyorum kendimi sokağa. Apartmanın soluna dönüp de anayolu bizim sokağa bağlayan dik yokuşa varınca her zaman sıkışık bir trafikle görmeye alışkın olduğum caddeye, gürültüsünden çoğu zaman bana pencereleri kapattıran sokağa, yokuşun biraz solunda kalan çocuk parkına bakıyorum şaşkınlıkla. Serin bir şubat ikindisinde, kızıl güneş gittikçe kaybolurken sarı, yüksek apartmanımın üzerinden; mahallem bu akşamüstü öyle ölgün ki rüzgar dahi nefes almıyor. Tüm o ölü havayı göğsümde toplayıp sanki canı çekilen mahallemin ilk yardımına koşar gibi derin bir nefes bırakıyorum sokağın başından aşağı doğru. Sokak dirilmiyor; yollar yine boş, parklar yine boş, içim yine bomboş… Asfaltı bozulmuş sokağın yer yer çukurlu yolundan ağır adımlarla inerken “edep” diyorum kendi kendime. Garip! Hiç üzerinde durup da düşünmemişim bu kelimeyi. Edep yalnızca bir kelime mi? Hayatımın neresinde? Edepli miyim sahi ben? Şair “Sakın terk-i edepten” derken ne demek istemiş?

Kafamda sorular bin olmuşken yokuşu çoktan indiğimi fark ediyorum. İstemsizce sola dönüp ağır adımlarla caddede ilerlerken bir gürültü kopuyor az ilerdeki marketin önünden. “Şükür! Mahalle eski haline döndü. Gürültüsünü özlemişim” diye bir tebessüm kondurup yüzüme, aklımla oyun oynayan tüm o “edepli” soruları da öteleyerek zihnimin gerisine, merakla gürültüye doğru yürüyorum. Saçları dağılmış, gözleri yaştan kızarmış, zayıf ve belli ki inatçı bir kız çocuğu ağlıyor. Marketin önündeki boş meyve kasasına çökmüş, durmadan omuzlarını silkip söyleniyor karşısındaki kendinden biraz uzun, hırsından burun delikleri genişlemiş, o güzel yeşil gözlerinden beklenmeyecek bir hiddetle bakan ağabeyine. Yerde bir bisiklet var, belli ki bisiklet kavgası yapmışlar.

Etekle Bisiklet Sürülmez

“Çocukların kavgası bile oyun yüzünden oluyor” diye gülümseyerek ilerlerken yanlarından, ayaklarıma inat aklımın geri adım attığını fark ediyorum. Yirmi yıl öncesinde, bizim lojmanın geniş bahçesindeyim. Bisiklet sürmek istiyorum inatla. “Olmaz” diyor erkek kardeşim. “Sana ne, sana mı soracağım? Ben senden büyüğüm. Üstelik babam ikimize aldı bu bisikleti.” “Olmaz diyorum abla, üzerinde etek var süremezsin. Annem ne dedi? Etekle bisiklet sürmek yok.” Sinirden ayaklarımı yere vurup “İyi o zaman, üzerimi değiştirip geleceğim, on tur attın, ben de on tur sürmeden binemezsin yeniden, bekle” diyorum bu sefer… Söylene söylene çıkıyorum yukarı: “Annem de illa bir sıkıntı çıkaracak, işin yoksa kıyafet değiştir şimdi, hayır yani etekle sürsem ne olacak?” Aşağı inip de kardeşimi bisiklet sürerken görünce hırsımdan iyice deliriyor, bacak kadar boyuma bakmadan akşam evde terör havası estiriyorum: “Siz zaten hep onu kayırın, etekle bisiklet sürülmez, etek çorapsız giyilmez. Bıktım bu kurallardan. Ben çocuğum olunca sizin gibi kurallar koymayacağım, ne isterse onu yapsın…”

“Balııık!” Bu sesle irkilip sıyrılıyorum anılardan. “Hayret! Düşüne düşüne balık pazarına kadar gelmişim. Neredeyse akşam ezanı okunacak, ezandan önce hızlanayım da döneyim eve.” Bu da çocukluktan kalma bir alışkanlık işte. Akşamdan önce evde olmak… Bir yandan evimi, kural diye çoğu zaman inatçılık ettiğim annemin söylemlerini düşünüp bir yandan da hızlı adımlarla dönüyorum geriye. Bir defasında annemin yüzüne kapıyı çarptım diye, bana tam üç hafta küs kaldığı geliyor aklıma. Kötü bir söz söylediğimi duyunca da bana “Tövbe et” demiş, hatta bir daha yapmayacağıma söz verince de ödül olarak “köye” götürmüştü beni haftasına. Apartmana yaklaştığım her adımda daha başka bir anı canlanıyor gözümde. Annemle babam “köyden” geldiyse mesela, bizim evin kurallarına(!) bir yenisi eklenirdi muhakkak. “Babanın yanında ayağını uzatma. Aman sakın, yolda ağzına sakız alma. Kapıyı tıklatmadan içeri dalma…” Hatta bir defasında çocukça bir saflıkla anne bu köyde size kural koymayı mı öğretiyorlar?” bile demiştim…

Meşgule Almak Diye Bir Şey Var

Anılarıma yaslanarak kapıyı açıyor ve boş evime sesleniyorum: “Selamun aleyküm!” “İşte” diyorum, “Bu da bizim evin kurallarından biriydi… Ne garip bir akşamüstü yaşadım, bolca da annemi andım” diye geçirip aklımdan sesini duymak niyetiyle arıyorum annemi. “Kızım şu an müsait değilim, ben seni arayacağım” diyerek kapatıyor telefonu. Yaklaşık bir saat sonra çalan telefonumu gülerek açıyorum, “Ya anne” diyorum, “Şu telefonu kullanmayı bir türlü öğrenemedin, meşgule almak diye bir opsiyon geliştirmişler çok şükür. Açıp da ‘Müsait değilim’ demek biraz komik olmuyor mu?” “Ben de biliyorum kızım meşgule almayı, ama baban geçen hafta köye gitti ya!” “Eeee?” “Bir arkadaşının sohbet esnasında telefonu çalmış, arkadaşı da çok utanıp sükuneti bozdum, sohbeti kestim diyerek meşgule almış. ‘Öyle yapmayın’ denmiş. ‘Karşıdakine edepsizlik etmiş olursunuz, açın ve müsait değilim diyerek müsaade isteyip kapatın!” Tüm o “edepli” sorular yeniden peyda oluyor zihnimde. Tam da telefonu kapatacakken “Anne” diyorum, küçükken bana “Yap, yapma’ deyince sana kızardım. Neydi tüm o kurallara, yasaklara sebep?” Uzunca bir sessizlik oluyor, sonra mühim bir sır verecek gibi sesini hafiften kısıp “Sebep, edepti kızım” diyor annem, “edep!”

Bu, yazılamayan bir hikayenin hikayesidir… “Hikayenin konusu ‘edep’ olsun” denilen vakitten beri ay, kaç kere perdenin açık kalan ucundan odaya sızdı bilmiyorum. Bildiğimi sandığım her şey “edep”e usulca yanaşarak o kelimenin ağırlığında yok oldu. “Edep”e her defasında sadece bir “kelime” gibi davranmamdan mütevellit bu hikaye asla başlamadı. Dilimdeki o kekremsi tat bana, edebin yazılacak değil yaşanacak bir “kavram” olduğunu anlattı. Gönlüme bir mısra düştü, telefondaki ses “edep” diyeli beri söylüyorum, ne vakittir dediğimi bilmeden:

“Edep bir tac imiş Nur-ı Hüda’dan

Giy ol tacı, emin ol her beladan…”

Semerkand aile dergisinin Nisan 2014 sayısından alınmıştır.

1 Comment

  • Çok güzel hakikaten

Leave a Reply

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir